Ne yapsak bir türlü beyaz atlı prensimiz/prensesimiz gelmiyor. Tam geldi derken atın beyazı bize yeterince beyaz gelmiyor, boyu yeterince uzun olmuyor ya da kariyeri gelecek vaat etmiyor. Çağımız bizi hazıra alıştırıyor. Hazır yemekler, hazır programlar, kendiliğinden alarmı kuran çok sesli dinledin biraz sesini kıs diyen telefonlar. Hep birileri bizim için bir şeyler yapıyor. Dünyaya geliyoruz bakıyoruz çevremizde bizim için çabalayan insanlar var. Bizi beslemeyi kendilerine görev edinmiş, bir kelime daha söyleyince gözlerinin için parlayan canlılarla çevriliyiz. Hal böyle olunca alışıyoruz insanların bizim için bir şeyler yapmasına, biraz da böyle olmasına meyilli doğuyoruz çünkü en savunmasız canlılar olarak geliyoruz dünyaya.
Bakım alarak başlıyoruz hayata, ihtiyaçlarımız ağlayınca, hırçınlaşınca karşılanıyor. İlişkilerimizde arıyoruz bu ihtiyaçların giderilmesini; aranıp merak edilelim, halimiz vaktimiz yerinde mi sürekli sorulsun istiyoruz. Sürekli bizim hassasiyetlerimiz, sevdiklerimiz ön planda olsun istiyoruz.
Vermeyi öğreniyoruz zamanla, gözlerimizin içine beklentiyle bakıyorlar artık. Hazdan kuleler yıkılmaya başlıyor yavaş yavaş. Her istediğimizde çevremizde hazdan kuleler olmuyor, isteklerimiz doğru ifade etmezsek çoğu zaman anlaşılmıyor bile. Bizim kontrolümüz yavaş yavaş azalıyor, yemek yenecek saatler, tuvaletimizi yapacağımız yerler gösteriliyor zamanla. Bir denge savaşı başlıyor. Ne yaparsak kızarlar, ne yaparsak alkışlarlar yavaş yavaş keşfetmeye başlıyoruz. Yıllar içinde bakım verenlerimizle ve toplumla bu ilişki karşılıklı bir alma-verme dengesine evriliyor. Hiçbir şey doğduğumuz zamanki gibi olmuyor, hep ilgilenilsin, hep bizim istediğimiz olsun. Ama bu dönemlere hasret hiçbir zaman bitmiyor. Zaman zaman bunun ikamesini yaşıyoruz bir sevgilinin koynunda hiçbir şey yapmadan uzanarak ya da bir tatil köyünde her şey dahil paketimizde saate bakmayı unutarak.
Her şey dahil dönemlerine olan özlemlerimiz ilişkilerde de gün yüzüne çıkıyor. Beyaz atlı prensimiz/prensesimiz her şey dahil paket olsun istiyoruz. İlişkinin bir zemin bulunup onun üstüne yıllarca bitmeyecek olan bir inşaata başlamak olduğunu unutuyoruz çoğu zaman. Dayalı döşeli manzaralı güzel bir evde oturalım istiyoruz. Zeminin araştırmasına bile uzaktan bakıp balçıktır bunun altı diyoruz, kayadır kazması zor olur diyoruz. O inşaatta hiç terlemeyelim, tuğlaları taşırken hiç belimize kramplar girmesin istiyoruz. İçimizdeki çocuğa çok zor geliyor bir arsayı bir eve dönüştürmek.
O çocuk halimizle ilişkiye girersek, hala bir kelime fazla söyleyince gözlerinin içi parlayan insanlar beklersek, beyaz atlı gözümüzde zamanla midilliye dönüşür ya da hiçbir zaman uzanıp üstüne binemeyeceğimiz devasa büyüklükte bir ata. Halbuki romantik ilişkinin ilk şartı iki yetişkin bireyin olması. İki yetişkin beklerken bazen bir çocuk-bir yetişkin, bazen de iki çocuk görebiliyoruz ilişkilerin içinde. Benim dediğim hiçbir zaman olmuyor diye ağlayan, sürekli birbirinden şikayet eden iki çocuk.