Milan Kundera’nın en bilinen, en çok okunan ve sinemaya uyarlanan romanı “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” bir çırpıda okudum ama etkisi öyle hemen bir çırpıda geçmedi. Dört ana karakterin üzerinden varoluşu, ilişkileri, iç hesaplaşmaları ve aile ilişkilerini kendine has tarzıyla ele alıp kolayca romanın içine girmemize yardımcı oluyor Kundera. Bazen kurgudan araya girerek felsefi fikirlerini serpiştirmesi kararında olmuş. Sovyetler’in Çekoslovakya’yı işgal günlerindeki drama da arka planda şahit oluyorsunuz. Romanı bitirdikten sonra dönüp baktığımda kapak fotoğrafı daha anlamlı geldi🐶🐶🐶
“Olaylar nasıl gelişirse öyle yaşıyoruz, önceden uyarılmaksızın, rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi. Yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın? Yaşamın hep bir taslak gibi olması da bundandır işte. Yok, “taslak” da tam anlatamıyor demek istediğimi; çünkü taslak bir şeyin ana çizgileriyle belirmesi demektir, bir resmin az çok ortaya çıkmasıdır, yaşamımız dediğimiz taslaksa hiçbir şeyin taslağı değildir, bir resme dönüşmeyecek ana çizgileridir.”—(s.16)
“Çünkü sevecenlikten daha ağır bir şey yoktur dünyada. Kişinin kendi acısı bile, başkasıyla başkası için hissettiği, imgelemle yoğunlaşan ve yüzlerce yankıyla uzadıkça uzayan bir acı kadar ağır çekmez.”—(s.41)
“Yabancı bir ülkede olmak, altında insanın ailesinin, arkadaşlarının, meslektaşlarının yaşadığı, söyleyeceklerini orada çocukluğundan beri konuştuğu bir dilde kolayca söyleyebileceği ülkenin sağladığı ağ olmaksızın, yerden çok yüksekte bir telin üzerinde yürümek demekti.”—(s.85